Kıbrıs’ın Sürgün Çerkesleri!

Larnaka’daki Fransız konsolosunun oğlu Leon de Maricourt’un notlarına dikkatle ve ayrıntılarıyla yazdığı Kıbrıs /Larnaka limanına inen Çerkesleri hazin hikayesi.

********

“Kıbrıs’a vardığımızdan beri, çevremizdeki herkes Liman’a ( Osmanlı Limanı, Yüce Liman, Yüksek Liman – Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetinin adıyla anılırdı) sığınma talebinde bulunan çok sayıda Çerkes göçmenin Türkiye tarafından gönderilmesinden bahsediyor.

Osmanlı Devleti diplomasi ve uluslararası ilişkilere göre aynı inançta olan din kardeşlerini kabul etmiş ve bu kardeşlerine alaka göstermektedir.Bu alaka yüzünden sığınmacılara zoraki saygı gösteriliyordu.

Karamanya kıyılarına yerleşen Çerkes yerleşimcilerin (Karamanya, Avrupalılar tarafından Anadolu’nun güney kıyıları, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası için kullanılan bir exonymdi) orada soygunlar düzenlemeye başlaması sonucu, halkın silaha sarılmaya ve daha çok silahlanmaya başladığı bilgileri geliyordu.

Halkın çok fazla minnettarlık göstermeyen bu konukları yok etmeyi bile düşündüğü söylentileri dolaşıyordu.

Ayrıca bu yabancılar, tifüs, veba, cüzzam ve daha onlarca hastalığın temellerini Kıbrıs’a getirmiş olabilirlerdi.

Çerkeslerin sadece bahsi geçtiğinde bile cesur adalılarımızın yüzlerinde dehşeti görmek mümkün oluyordu.

Çerkesleri geldikleri yerde olduğu gibi, yeni yerleşim olarak hep birlikte dağlara sürülmesini önerenler oldu. En cesur adamlar silahlarını göstermeye ve hayatlarını pahalıya satmaya sözü verdiler.

Daha önce her şeyi oldukça sakin olan yerlerde soyguncular, suçlar ve hırsızlıkların oldukça çoğaldığı herkes tarafından dillendirilmeye başlandı.

İnsanlar bu tehlikeyi ortadan kaldırması için adeta babama yalvardılar ve o da bunun için elinden gelen her şeyi yapacağına söz verdi.

Kararlı ve cesur bir aşiret olarak Çerkesler Kıbrıs’a yerleşemezler, ancak ihtiyaçlarını gidermek için bir çok yöntem denemekten kaçınmadığı gibi, oldukça güçlü hislerle hareket ederek amaçlarını gerçekleştirirler.

Yanlarından hiç ayrılmadıkları ve son zamanlarda korkunç bir savaşta kullandıkları silahlarını şüphesiz kullanmaktan çekinmeyeceklerdir.

Rusya’ya karşı kahramanca verdikleri mücadeleleri sırasında, bize göre Çerkesler her konuda oldukça güçlü olan Rusya’nın kahraman muhalifleriydi.Tepeden tırnağa silahlı, insan gücünün yeryüzündeki temsilcisi, ve demir gibi sağlam insanlardı.

Hastalıklar konusuna öğrendiklerimize gelince, Rodos adasından yola çıkan Avusturyalı bir geminin denizi yarıp geçen bir ceset yığını dolu bir kaç tekne keşfettiği haberi geldi.

Peki hepsi ölmüş müydü?

Hiç şüphe yok ki tifüs taşıyorlardı, bu nedenle bizimle iletişime geçmek istediklerini düşündük.

Çerkeslerin görüş alanımıza girdiğini öğrendiğimizde her şey aynen böyleydi.

Gerçekten de ufukta büyük siyah bir kütlenin yavaş yavaş kıyıya yaklaştığını gördük.

Dürbün yardımıyla, yelkenleri deniz meltemiyle hafifçe dalgalanan, birbirine bağlı üç gemiyi çeken küçük bir buharlı tekneyi ayırt edebildik.

Tam bu sırada, göçmenlerin karaya çıkmasını önlemek için babamı çağırmaya gelen kalabalık grup, konsolosluğun adeta saldırıya uğradığı intibası uyandırıyordu.Babam hemen valiyi ve diğer tüm Avrupa konsoloslarını çağırdı..

Tüm sorumluluğu üstlendi, gerekli tüm önlemleri aldı, her şeyi enerjik ve kendine özgü hızıyla kısa sürede hazır hale getirdi.

Diğer konsoloslar, onun kararlarını izlemekten ve uygulamaktan başka seçeneklerinin olmadığını anladılar.

Görevleri diğer vali yardımcılarımızla aynı olan Larnaka valisi yan yan yürüyen ve kafa hareketleriyle tepkiler veren, el kol hareketleriyle sürekli saçlarıyla oynayan bir Türk ihtiyarıydı.

Şaşkın bir bakışlarla eve girdi ve babam ona ne yapabileceğini ve ne gibi önlemler aldığını sorduğunda cevap veremedi.

Bütün bunları değerlendiren ve çok fazla seçenek olmadığını gören babam yaklaşan gemidekileri karantinaya almaya karar verdi.

Tüm sahil inanılmaz bir hareketlilik içerisindeydi. Her taraftan çok sayıda insan grubu oluştu.

Hıristiyanlar sağa sola koşuşturuyordu.

Görünüşte soğukkanlı olan Türkler, çömelmiş vaziyette tehditkar gözlerini devirerek olan biteni izliyordu.Demirleme sahasına birbirinden ayrılan üç ekip, sahile 800 metre mesafede demir attı.

Yere ilk basan römorkör kaptanıydı, tüm bu gemilerle ilgisi olmadığını, sadece gemileri çekmekle görevli olduğunu toplamda 3.000’den fazla göçmenin yüklendiğini anlattı.

“Birçoğu yolda öldü” diye ekledi!

Ayrıca, yılmaz olduklarını, tepeden tırnağa silahlı insanlar olduklarını savundu.

Daha önce karaya çıkarılmaları gereken Rodos adasında kabul edilmedikleri için, Kıbrıs’ta kendi istekleriyle karaya çıkmayı planladıklarını ve izin verilmezse zorla bunu yapmak istekleri olduğunu dile getirdi.

1.000 kişi için uygun olmayan gemilerde 3.000 kişiydiler, üstelik 100 kişi karşılıklı olarak yerde yatıyordu.

Bu hikayeyi dinlerken, her yerden kovulan, bu kayıklarda bükülen, dalgalarda uzun süre sallanan bu zavallı insanların acı çektiklerini oldukça kolay hissedebiliyordum, çünkü Rodos’ta gördüğümüz iki kişi onlardandı.

Ve haftalar önceydi.O zamandan beri tüm sempatim yanlarında oldu ve onları bir an önce karaya çıkarmamızı istiyordum..

Vali tarafından gönderilen büyük yelkenli teknelerden biri az önce gemilerden birine gitti ve transferin gerçekleştiğini çıplak gözle görmek mümkün oluyordu…

Valiliğin yelkenli tekneleri hafif bir rüzgarla hareket edebiliyor, her biri 60 kişiyi taşıyabiliyor.

Tugaylara doğru yavaşça giden tekneyi izledik. Giden teknedeki İngiltere konsolosuydu..

Kıyıya döndüğünde şu açıklamayı yaptı: “Bu korkunç! Uzun zamandır bir şey yemiyor ve içmiyorlar.

Birkaç gündür gemiye bir damla su bile düşmemiş.Yarısından fazlası öldü, ama hastalıktan değil, açlıktan, susuzluktan ve yokluktan.

Gemilerde, on tanesi en fazla bir kişi için ayrılmış alanı işgal ediyordu. Boğulmaktan ölüyorlar.

Bu teknelerde gördüklerim artık kadın erkek değil, canlı görünümlü cesetler halindeler.

Ah, bu korkunç!

“Beyler,” dedi babam konsoloslara, “sizce de insanlık adına bu zavallıların bu geceden itibaren karaya çıkmalarına izin veremez miyiz?”

Öneri hızla onaylandı.

Valiye gemide su ve yiyecek taşınması emri verildi.

Sanırım yüreğim o günkü kadar hiç sıkışmamıştı, bu talihsiz insanların havasız ve üst üste yığılmış halde, fırtınalı bir denizde üç hafta boyunca, ekmeksiz ve gıda olmadan dalgalara sallanarak çektikleri o korkunç acıları düşündükçe hiç bu kadar kötü hissetmemiştim.

Özellikle de susuz… Gemilerin zehirli atmosferinde ve Yunanistan’ın kavurucu güneşi altında bu susuzluk nasıl bir cehennem olmalı! Ama en yürek burkan durum, her yeni karada dertlerine bir son bulmayı umarak her yerden sürülen bu zavallıların manevi ıstırabı gibi geldi.

Çerkeslerin geldiği yelkenli tekneler karantina bölgesine girmek üzereydi, bu talihsizlerin indiği zaman takip etmesi gereken uzunca bir iskele karşılarında duruyordu.

Türklerin tuttuğu meşale ve fenerlerin ışığında ilk gözüme çarpan şey, köprünün üzerine yayılmış, yüz üstü yatan büyük bir ceset oldu.

Dev gibi bir adam geçti.

Karanlıktan yüzünü göremiyordum, sadece ağır ağır ilerlerken, kalın kürkten koni biçimli şapkasını, göğsünde asılı duran bir kurşun zinciriyle süslenmiş büyük ve geniş pelerini görebiliyordum.

Basamaklara yaklaşırken, bir an tereddüt ederek aşağı inmeye çalıştı ama ağır bir şekilde yere yığıldı.

Taşınması gerekiyordu. İniltileri acı vericiydi ,bu tür olaylar pek gördüğümüz bildiğimiz şeyler değildi. İkinci adam öne çıktı, durumu daha iyiydi. Eğildi, kendini basamaklara indirdi ve sonra hareket etmemek için eğildi.

Üçüncüsünden sonra dördüncüsü ortaya çıktı.

Bu kadar gururlu ve iri cüsseli adamların hiçbirinde bu küçük merdivenden aşağı inecek derman kalmamıştı.

Üç ya da dört kişinin götürüldüğünü gördüm.. Acaba öldüler mi merak içindeyim?

10 ila 12 yaşları arasındaki iki çocuk birbirlerine destek olarak ilerledi.

Ayağa kalkmaya cesaret edemeden merdivenlerin yanına oturdular.

Askerler onlara yardım etti ve onları bıraktığı anda birbirlerinin üzerine yuvarlandılar ve çakılların üzerine oturdular.İskeledeki bir tekneden şekilsiz bir kütle yuvarlandı. Birkaç dakika hareketsiz kaldıktan sonra hareket etti ve tahtaların üzerinde sürünerek bize doğru yürüdü.

Başörtüsü takmadığı için uzun saçlarından bunun karantina bölgesine sürünen bir kadın olduğunu anlayabildik.

Ancak, acılarını ifade etme yeteneğini kaybetmiş görünen bu talihsizlerin tek bir ağlaması, şikayeti, ağzından tek bir kelime çıktığını duymadık.

Ertesi sabah, Halid Paşa’nın nihayet Lefkoşa’dan geldiği ve merakla bizi beklediği söylenerek haberdar edildik.

Tercümanlarıyla gelmişti.Tipik bir Türk’tü, oldukça iri, şüpheli gözleri olan bir adamdı.Bu zavallıların çektikleri acıları tüm detaylarıyla konuştuk.

Dr. Bodaliko, açlık ve susuzluğun bu kadar çok sayıda ölüme neden olan tek hastalık olduğunu savundu.

Deniz kıyısındaki karantina bölgesinde, evlerden yüzlerce metre ötede “enfekte olanlar” için devasa bir bina inşa edildi.Pamuklu geniş bir avlu, bir gün önce tartışmamızın yapıldığı evin diğer tarafında denize bakan bir duvarla çevriliydi.

Oraya gittik.

Yaklaşık bir düzine adam su almak için pompaya emekledi.

Bunlar oradaki en güçlü insanlardı. Korkunç incelikleri, aşırı zayıflıkları, attıkları her adımda onları durmaya ve duvarlara yaslanmaya zorladı.

Başlarında bir demet saç olan birkaç adam dışında çoğunluğu sakallı, traşlı uzun ve iri adamlardı.

Çoğu uzun gri geniş pelerinler giymişti, diğerleri ise üzerinde bir hançerin asılı olduğu deri bir kemerle beline bağlanan kolsuz kaftanlar giyiyordu.

Bazılarında, kaftanlarla aynı kumaştan yapılmış ayak bilekleri daraltılmış pantolonlar giyiyordu.

Bu kumaşın tasarımı mavi ve beyaz karelerden veya çok renkli kuşlar ve çiçeklerden oluşuyordu.

Uzaktan kıpkırmızı bir adam gördüm, liderlerinden biri olmalıydı. Hepsi, tabanı kürkle süslenmiş büyük, koni biçimli keçe şapkalar giyiyordu.

Kadınlar, çoğunlukla beyaz olan, beline gümüş veya çelik kabartmalarla süslenmiş deri bir kemerle bağlanan geniş elbiseler giyiyorlardı.

Elbisenin üzerine, elbiseden biraz daha kısa, kolsuz bir tunik gibi görünen bir şey giydiler. Başları bir eşarp ile kapatılmıştı. Fakat Türk kadınları gibi örtünmüyorlardı.

Birçok kadın takı takar ve güzel kıyafetler giyerdi.Bütün bu ihtişamı bu zayıflamış, yarı ölü bedenlerde görmek iç karartıcıydı.Güzelliğinden geriye kalan tek şey, Çerkes kadınlarının tüm dünyada ünlü olduğu çarpıcı saçlarıydı.

Erkekler ve kadınlar yalınayaktı.

Tentenin altında ve avlunun köşesinde 60 kişi yatıyordu.

Bazıları yerde yatıyordu, diğerleri gemide, kavurucu güneşin altında, keskin çakılların üzerinde olduğu gibi aynı bükülmüş durumda kalmışlardı.Toprak parşömenle kaplı iskeletlerdi. Kemiklerin hareketleri adeta cildi delecekmiş hissi uyandırıyor, kaburgalar rahatlıkla görünüyordu.

Açık renkli ve parlak gözleri bir noktada hareketsiz takılı kalıyor, anlamsızca boş bakıyordu, beyaz dişlere sahip ağızları sıkıca kapalıydı, bir ölüm maskesinin korkunç gülümsemesi donmuş dudaklarda donmuş gibiydi.

Artık erkek ya da kadın değillerdi, ama henüz ceset de değillerdi, çünkü zaman zaman derin bir hırıltı giysilerini karıştırıyordu.

Dağlarından yanlarında getirdikleri hasırların, küçük balyaların ve ev eşyalarının yanında rastgele yatıyor, kendilerine daha mutlu bir toprak bulmayı umuyorlardı. Sessizlik hüküm sürüyordu!

Kadınlardan biri, beton zemine yatmış, başı güneşe dönük, güneş onu yakıyorken yavaşça hareket ediyor, kuru, sert şekilde öksürüyordu, iri, derin gözleriyle ara ara bakıyor, bizi izliyordu, ama her zaman gülümsüyordu..

Büyük bir şapkanın altından parıldayan gözleri olan küçük bir kafa dışarı baktı ve bu küçük iskelet haline çocuk güneşten yanmış eliyle yanında yatan muhtemelen babası olan bedenin donuk ve camsı gözlerine oturmaya çalışan sinekleri uzaklaştırdı.

Küçücük ve tamamen çıplak bir çocuk, yeni getirilen tahta kaşıkla çorba yiyordu.

Kaşık çok ağırdı, annesi ona yardım etti, tüm yeme girişimlerini destekledi, zaman zaman dinlendi ve kaşığı çocuğun ağzına kaldırdı.Anne adeta iki gözü olan bir iskeletti.

Tüysüz kafatasında bir dikiş vardı, neredeyse hiç dudak yoktu, burnu kıkırdak boyutuna kadar küçülmüştü, ancak mükemmel şekilde şekillendirilmiş çenesi hala çalışıyordu ve eli yavaşça kaşığı ağzına kaldırdı.

Babam “Tanrım! – diye bağırdı, hıçkırarak, “İnsan acısı gerçekten bu noktaya gelebilir mi?”

Bana gelince, kulaklarım çınlıyordu ve neredeyse hiçbir şeye odaklanamıyor, dikkatimi veremiyordum.

Oradan ayrılırken bir şeye takılıp neredeyse düşmek üzereydim.

Takıldığım şeyin kapıya yayılmış bir cesedin sıska bacağı olduğunu sonradan fark ettim.

Doktor bize, tüm bu insanlardan çoğunun ölümden kurtulamayacağını söyledi.

Belki uygun bir özenle, bazılarını kurtarabiliriz, ancak bunun için Türklerden bu talihsizleri besleyecek gıdalar almalıyız, daha doğrusu, hala yeme gücü olanları kurtarma ihtimalimiz olduğunu anlattı.

Ve tüm bu talihsiz insanlar, hala yakıcı güneşin altında çakılların üzerinde yatıyorlardı!Annem onlara büyük bir sepet üzüm getirdi.

Bütün o gün ve sonraki günler hayatımız adeta Çerkesler tarafından işgal edilmişti.

Her defasında aynı yürek burkan sahneleri gördük, erkekler, kadınlar, çocuklar, bitkinlik içinde umut ettikleri hayat ışığının onlar için hâlâ parladığı iskeleye atılmış, oradan yavaş yavaş karantina bölgesine taşınmıştı.

Bu durumda bile, yaşam ve ölümün eşiğinde, Kafkasya’dan getirdikleri mütevazı bagajlarına oldukça bağlıydılar ve güç eksikliğine rağmen bagajlarını kendileri taşıdılar.

Bunlar ağırlıklı olarak hasır, kuzu postu ve demir ürünleriydi.

Adamlar silahlarını dikkatli bir şekilde taşıdılar. Artık kimse onları silahsızlandırmaya çalışmadı.

İskeleye su testileri getirildi. Herkes gemilerinden aceleyle bu suya gitti.

O kadar susamışlardı ki verlen suları bir çırpıda içiyorlardı. Bir çoğunun kendi başına gidecek gücü yoktu, insani duyguları olan bazı Türk askerleri onlara yardım etti.

Birçok kadın, kire ve toza rağmen çok güzel ve zengin giysiler giymişti. Hatta bir tanesi büyük mavi kadife bir pelerin giymişti.

Bu Çerkes kadın, nispeten iyi yürüyen ve kendini oldukça iyi bakan birkaç kişiden biriydi.

Bütün bu kitle arasında ayakları sağlam,sağlıklı olan, aşiret kardeşlerinin gemiden çıkmasına yardım eden ve onlara destek olan birkaç kişi vardı.”

Larnaka’daki Fransız konsolosunun oğlu Leon de Maricourt. Larnaka (Kıbrıs), Ekim, 1864

Son Makaleler

spot_imgspot_img

İlgili Makaleler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_imgspot_img